the long night is over

mardin müzesi'nin sonbahar rengi duvarlarının önünde, en ince detayına kadar işlenmiş heykellerin hemen ayaklarının dibinde gördüm yarıda bırakılmış heykeli. hatları kabaca verildikten sonra bırakılmış ve bir kenara atılmıştı. üzerindeki izler, tanrısal dokunuşlar yerine insani kusurlar gibiydi. göz çukurları belli belirsiz gölge içinde, saçları işlenmemiş ve heykeltıraşı tarafından binlerce sene sürecek bir ihanete uğratılmıştı.

diğer heykellere hızlıca bakıp geçerken, bu yarıda kalmış kafaya dakikalarca baktım. aynı heykele binlerce sene önce bakan, elindeki keskiyi isteksizce sallayıp ortaya çıkmaya başlayan sonuçtan mutsuz olmaya başlamış ve tek isteği atölyeden koşarak uzaklaşmak olan heykeltıraş oldum kısa bir süreliğine. isa mesih'in doğmasına yüzlerce yıl varken, sigara bulunmamışken ve yıllık izinler bile tarih sahnesinde görülmemişken, 27 yaşlarında olduğuna emin olduğum bu adam, elindeki keskiyi birden mermere çarptıktan sonra çıkıp gitmişti. sol kulağın hemen üzerindeki derin iz buradan kaynaklanıyordu demek. heykele bakmaya devam ettikçe, belki de tarihte ilk canı sıkılan adama dair bir şeyler bulmaya devam ettim. atölyeden uzaklaştıktan sonra Margdis şehrinin içinden geçip mezopotamya uzanan yolda başka insanların suratına bakmadan hızlı adımlarla ilerlemişti. hafif uzamış saçlarına ellerini götürmüş ve yanlış zamanda doğduğuna dair kendi kendine söylenmişti.

heykeltıraşlık yapmak yerine kendi yetiştirdiği elmaları satsa, mermere şekil vermeye çalışmak yerine topraktan çıkanlarla zamanını geçirse daha iyi olacaktı ama mesleğini bir kere seçmişti. içinde derin bir pişmanlık duydu, kısık gözleriyle düzlüğe baktı, daha hiçbir dinin ortaya çıkmadığı mezopotamya ovasına baktı.aristokrat sınıfına dahil olsa çalışmak zorunda kalmayacak, birbirinin aynısı heykeller için tüm hayatını vermekten vazgeçecekti ama değildi. neden çalıştığını kendisine sordu, neden bir suyun kenarında oturup akşamı getirmesinin bu kadar zor olduğunu. bir daha atölyeye dönmeyecek ve o heykeli asla bitirmeyecekti. zamanın sonuna kadar yarıda kalmışların, sona ulaşmaya dermanı olmayanların, canı sıkılanların ve yanlış zamanda doğduğuna inananların eksik sembolü olacaktı o mermer.

gün batarken Margdis kentinde yerinden isteksiz kalktı, geri dönmek istemiyordu ama buna mecburdu. zaman yolcusu olmayı ve yaşadığı çağdan ilelebet uzaklaşmayı düşündü. belki, gelecekte insanlar çalışmadan yaşayabiliyor ve bir su kenarında akşamı edebiliyorlardı. heykel yapmak yerine bir heykele bakarak dolaşabiliyor, seçtikleri mesleği istedikleri zaman değiştirebiliyorlardı. dar sokaklarda ilerledi,yamaca gelince doğruldu, güneş batmak üzereydi ileride halpa şehrinin ışıkları görünüyordu. kentte kafasını dinleyebildiği tek yer burası kalmıştı artık, diğer yerler insan gürültüsünden geçilmiyor, hele Matiate'de satıcıların bağırışları kulağını tırmalıyordu. bir mezarın yanına oturdu, yaklaşık 2700 sene sonra kendisiyle aynı yaşlarda bir kızın da orada oturup ovaya bakacağını bilmeden halepa şehrinin seyretti.

yarıda kalan heykelini düşünüp biraz daha canını sıktı, yarım kalmış olana bakacak insanlar heykeltıraşına lanet okumayacak mıydı? alay edercesine gülmeyecek miydi? bir an önce ölmeyi ve gelecekte dünyaya gelmeyi istedi. belki asırlar sonra aynı heykele bakar ve sol kulağının üstündeki izden çıkarırdı aslında neler olduğunu. kendi kendine konuşup nekropolden çıktı, nereye gitmesi gerektiğini bilmiyordu. kafasını gökyüzüne çevirip en parlak yıldıza baktı ve kararsız adımlarla gerisin geri atölyeye döndü.

yarım kalmış heykelin yanında o kadar uzun zaman geçirmiştim ki, bir keramet olduğunu düşünen turistler yanıma gelmiş ve dikkatle kafaya bakmaya başlamıştı. yaptığı işten nefret eden müze görevlisi yanımıza doğru yaklaşırken mecburen diğer heykellere geçtim. hadrian, zeus ve mars gayet kusursuzdu ama ben isimsiz olanı sevmiştim. tanrıların tanrısı zeus fazla kibirli, hadrian fazla görkemli, mars ise fazla agresifti...





**benden 4 kat aşağıda kocaman odada barkodlarla boğuşan arkeolog dostuma sevgiler, teşekkürler..