c’est la vie

2010 ağustosunun son haftası abimin evlenmesine bir aydan az kala babamla geceleri denize dönüşen düzlüğe bakarak balkonda otururken demişti “hayat böyledir” diye...hayat böyleydi gerçekten. küçüksündür, korumasızsındır, korkaksındır.. büyürsün , güvendesindir, cesursundur.. ve sonra yaşlanırsın, korunaksızlaşırsın ve korkmaya başlarsın tekrar...

aradan bir hayli zaman geçti…öyle çok zaman geçti ki babamı görmeyeli aylar olmuş gibi. Babam bana küçüklüğümden beri anlatılan bir masal kahramanı gibi..

benden bağımsız gelişen bir sürü şey en çok beni etkiliyor ve dönüşü olmayan patikalar açıyor hayatımda.içimde bir yerlere batan taşların etkisini azaltmak için yaz mevsiminden kalan bir günü hafızamdan oynatıyorum ve içinde bulunduğum durumu başka bir şeye dönüştürüyordum. hayat bazen de gerçeği satıp ağırlığınca düş alabilmektir, babam “hayat böyledir” derken muhtemelen bunu da demek istemişti.



aradan biraz daha zaman geçti..yle çok zaman geçti ki babamı görmeyeli yıllar olmuş gibi. Babam bana küçüklüğümden beri anlatılan bir masal kahramanı gibi..

geçen hafta,bir çocuğun heyecanıyla, burnumu cama dayayıp beklediğim kapı gecikmeli olsa da açıldı. kim bilir babamın içeride olduğu bir kapınun açılmasını en son ne zaman beklemiştim? küçüktüm her halde hem de çok küçük! 1988'in Temmuz ayı ve biz İstanbul'a tüm biz yazı geçirmek için gelmişiz. Birazdan kapı açılacak babam gelecek ve abimle beni gülhane parkı’na götürecekti. sonra hemen sağdaki hafif yokuştan tırmanıp arkeoloji müzesini ziyaret edcektik. binlerce yıllık eserlerin arasında 5 yıllık bir organizma olarak dolaşacak, anlamasamda içeri girip büyük iskender’in lahitindeki detaylarda kaybolacaktım. “kapının açılmasını beklemeden dönsem mi acaba” diye düşünürken açılıverdi üzerinde telefola girilmez yazan büyük kapı.5 yaşında minik bir kız gibi kapıdan korkak adımlarla ilerledim. babam orada yatıyordu, ne desem duymayacak bir halde.ve onu son görüşüm olacaktı.

aradan bir hayli zaman geçti…öyle çok zaman geçti ki babamı görmeyeli yıllar olmuş gibi. Babam bana küçüklüğümden beri anlatılan bir masal kahramanı gibi..



"sanki yirmi yıl geçmiş gibi olur" dedi sabah birisi..

yirmi yıldan çok daha fazla geçtiğini, geldiğim yerin 50’lerin ortasında bir köy olduğunu ve onu tekrar sinemaya gidebilmek, uyurken müzik dinlemek ve küçük planlarla avrupa’yı gezebilmek için yaklaşık yarım yüzyıl beklediğimi söyleyemedim. hayat bazen de anlatacak çok şey varken büyü bozulmasın diye susabilmekti, babamın “hayat böyledir” dedikten sonraki suskunluğunun da kaynağı buydu demek. ancak sessizliğin anlatabileceği durumlarda kelimelerle oyalanmamak ve anın tadını çıkarmak. hayatımın en güzel anlarından biriydi, tüm zorunluluklarımdan kurtulmamın ilk günüydü ve her şey şubat ayının başlarında yazdığım bir yazıya oldukça uygun ilerliyordu. kaderimi yazmayı bana bırakan tanrı sayesinde, iyi şeyler yazdıkça onlar başıma geliyordu. benimle birlikte çeşmeden su içip hayatı kutsayan, boynunda fotoğraf makinesiyle akşama kadar dolaşan, basit planların yeterli olduğuna inanıp müziği de nereye gitse götüren biri vardı ve onu aklımdan uydurmuş olmam imkan dahilindeydi..

mayıs ayı hayatın böyle olduğunu anlamak ve sevdiklerime tekrar kavuşmakla geçti, herkesin beni özlediğini görmek güzeldi. anlatmak istesem de anlatacak pek bir şey bulamadım. sanki tek bir günü onlarca kez yaşamıştım..

haziran ayı; kuzey ege’den güneye inmeye çalışmakla, zeytin ağaçlarının gölgesinde cunda’nın taş sokaklarında dolaşmakla, renkli kapıların ve onların sanat işi tokmaklarının fotoğraflarını çekmekle, tepedeki değirmende rüzgârla konuşmakla ve geceleri yıldızlara bakmakla geçti.

ve bir eylül sabahı kendimi eiffel kulesini gören bahçelerin birisinde uzanırken buldum. uzun ve yorucu bir tren yolculuğunun sonunda paris’e ulaşmıştım ve kalacağım yeri ayarlamadan önce biraz dinlenmek istiyordum. hemen karşıki koltukta kavga eden çift tüm yolculuğumu çileye çevirmişti, gözlerimi kapatmaya bile fırsat bırakmamıştı. sırt çantamı bir kenara atıp biraz kestirmek iyi geleceğinden olduğum yere obamı kurduk. göçebeler gibi yaşıyor, evimizi sırtımızda taşıyorduk. “belki de bir paraleldeki sokak daha güzeldir” anlayışı hakim olduğundan günaşırı kayboldum. aniden çıkan rüzgar bir gazete parçasını bana fırlattı. tek bir kelimesini anlamadığım fransızca yazılar vardı fakat bunun güzel bir anı olacağını düşündüğümden yazıyı yanıma aldım. c’est la vie yazıyordu büyük harflerle. bir bilinmeyenin peşinden tüm dünyayı dolaşmak ve hayatı alabildiğine doldurmak kişisel menkıbem olmuştu.

sırt çantası ile dünyayı dolaşmak, okunmamaış 154841 maili çuvala doldurup kamyona indirmekten daha kolaydı. dilini bilmediğim insanlarla yolda olmak, aynı dili paylaştığım insanlarla bir ofiste kalmaktan daha heyecan vericiydi. her gün başka bir şehirde uyanmak, aynı günü binlerce kez tekrar etmekten ve sonrasında emekli olmaktan daha mantıklıydı. sevdiklerimin değerini bilip onlarla bir şeyleri başarmak, tartışıp kavga etmekten daha dinlendiriciydi. babam hayat böyledir derken, her şeyi kendi başıma öğrenmem gerektiğini belirtmişti muhtemelen. her şeyi deneyimlerimle kendime kattım, gazetede yazan c’est la vie’nin anlamını ise seyahatten döndükten çok sonra öğrendim:

“hayat böyledir.”