“iş mi değiştirsek acaba?”

“bilmiyorum ki esteban, ne iş olsa yapar mıyız?”

“ne iş olsa yapmayalım, çalışmak bize göre değil”

gelecekten, muhtemelen 2011 kışından gelen bir pazartesi sendromu ile başbaşayım ki bugün daha cuma. atkısı ve beresinin takım olduğu temkinli ve o oranda sevimsiz bir sendrom bu, girişin yasak olduğu 1900'lü yılların başında inşaa edilmiş deniz plazaya elini kolunu sallayarak girmiş. sıcaktan bayılmak üzere olduğum şu saatte (şu saat: 14 mayıs cuma 14.14 - en azından sevgilim beni düşünüyor) hemen yanıma gelmiş de çalışmaya dair korkularımı tazelemeye çalışıyor.

yoksa psikolojime bir şey olduğu yok, son on yılın en güçlü ve en iyi durumunda sabit hızla seyrediyorum. bir sonuca varan düşünme pratiklerinin faydasını saymakla bitiremem. neyi isteyip istemediğimi tanımlayabilmek birçok problemi çözdüğünden artık daha doğru ve etkili adımlar atabiliyorum. birkaç pürüz kaldı sadece, onları da çözdüğüm takdirde erken gelen bilgeliği deniz gören bir yamaçta şampanya patlatarak kutlayacağım.

pürüzlerden en önemlisi de çalışmak. milyarlarca insanın çalışmak için yaşadığı bir gezegendeyim fakat başka bir galaksiden gönderilmiş gözlemciden pek farkım yok. çalışanlara bakıp notlar alıyor ve davranışlarının altındaki temelleri çözmeye çalışıyorum. yıllardan beri bu böyle, artık bunu düzeltmeye çalışmak ve sonunda kaybetmek yerine ne olduğumu kabullenip ona göre konumlanmayı hedefliyorum. hiç çalışmamış da değilim hani, sektör deneyimim neredeyse dört senelik. ama çalışmakla geçen tüm saatlerden sonra vardığım nokta ne yazık ki: çalışmanın sağlığa zararlı olduğu. okumanın sağlığa zararlı olduğunu fark ettiğimde okulumun bitmesine birkaç dersim kalmıştı o yüzden her şeyi değiştirmeye çalışmak yerine dişimi sıkmayı başardım. lanet olası matematiksel istatistikten geçmek canımdan can aldı ama bitirmek zorundaydım, en azından yedi yaşımdan itibaren içinde bulunduğum bu hayatı son bir diplomayla tamamlamalıydım.

okulu bitirmek işime yaradı. en azından yazı yazabileceğim bir bilgisayara bu sayede kavuştum. diğer türlü elimde iğne iplik, sabahından akşamına ilik- sökük dikmek zorunda kalırdım. şimdi öyle değil.

çalışmanın şimdiye kadar ortaya çıkarılan tek faydası ise: para kazandırması. gelen para ile hayallerin gerçekleştirilmesi. 52 haftalık bir yılın 50 haftasını iş dünyasına teslim ettikten sonra iki haftayla ağza bir parmak bal çalınması. öyle olmaz. şart olsun olmaz, elimde kahve ile çalışmak yerine yazı yazdığım zamanda bile bunun akla mantığa aykırı olduğunu görebiliyorum. bu aykırılığı yıkmak için türlü alternatifler yaratıp geleceği oynatıyorum kafamdan. başkasının yanında çalıştığım takdirde gelecek, geçmişten pek farklı olmayacak. yine başka bir bilgisayarda şikayet edip, boşa geçen gündüzlerimi ağzına kadar doldurmaya çalıştığım gecelerimle telafi etmeye çalışacağım. bu da belli süre sonunda uyumak istememek ve uyusam bile geçmeyecek bir yorgunluk hediye edecek. kurduğum hayaller bile patronun süzgecinden geçtikten sonra şekillenecek ve çıkış noktasından alakasız bir noktaya kayacak. sonra bir bakacağım ki yine kendimi yaşlı gibi hissediyorum, yine debelendikçe batıyorum.

geçmişi bilmek ve geleceği buna göre şekillendirmek, hataları sadece bir kere yapmak, insanın kısa serüveninde epey önemli yer teşkil ediyor. hatta hata dediğimiz şeyin minimum iki kez yapıldığı takdirde gerçekleşeceğini, bir kere yapılanın ise sadece tecrübe olduğunu bile utanmadan iddia edebilirim. george santayana’nın “geçmişi hatırlamayanlar, onu bir kez daha yaşamak zorunda kalırlar” sözü de bu dediklerimi destekleyecektir. çirkin ve lanetli ev sahibi etabını bir kere daha kaldıramaz sanırım naçiz bedenim.

bu ahval ve şeraitte tüm geçmişim sadece basit bir tecrübeden ibaret ama çalışmanın kör kuyularına yeniden düşersem, bu bir hata olacak. o yüzden bol bol düşünme ve plan yapma fırsatımın olduğu şu kalan ömrümde, hayatımın idamesini kendimin de mutlu olacağı şekilde tasarlamam gerekiyor. neler olabileceğine bakacağım, aklıma yatmazsa başka bir alternatif üzerinden yola devam edeceğim. seyahat engelimin olmaması da önemli bir artı, göndersinler fiji’ye bile giderim. yolda olmayı pek severim. haydarpaşa’dan kalkan ilk trenin pencere kenarına kurulur, varana kadar kitap okur notlar alırım. soğuk bira içer, saniyesinde değişen manzaralar eşliğinde beş ay trenle yolculuk dahi yapabilirim. çünkü hayatı ne zaman sevsem, kesinlikle a noktasından b noktasına gidiyor oluyorum. ne zaman “allahımm bu ne gizel” diye kendi kendime konuşsam, istediğim an gökyüzüne bakabileceğim bir durakta bekliyorum.

bu noktadan hareketle, istemediğim bir işte çalışma olasılığı beni üzerimde yazlık elbisem, babetlerin varken bile rahat bırakmıyor. kurduğum tüm hayaller ve hayata tanık olma isteği “asla vazgeçme” diye dürtüyor. güzel bir tesadüf gibi pinhani çıkıyor bu sırada “dön bak dünyaya” diyerek.( bu şarkıyı'da ilk kez duyuyorum, sokaktan gelen ses ilk kez böyle, çalışma arkdaşım pinhani olduğunu söylüyor" dönüp de dünyaya bakacağım günlerin sevinciyle bekliyorum. ben sevinince de atkı ve beresiyle gelip moralimi bozmaya çalışan pazartesi sendromu kaybolup gidiyor.. zaten bugün cuma ve akşama john malkovich ..