hamlet babasını görmemişmiydi!!

yaklaşık 250 yıllık taş bir binanın yüksek tavanlı odasında sabaha karşı uyandığımda, açık olan balkon kapısından giren rüzgar, perdeleri epey oynatıyordu. dışarıdan süzülen cılız ışıkla vücut bulmuş bir hayalet vardı ve can sıkıntısından sabahlıyordu sanki. yavaşça yatağımdan doğruldum. değişen perspektif, perdenin sadece bir perde olduğunu gösterdi. aynı şey yıllar önce yatılı okulda da oluyordu geceleri, aynı pencereye sabah baktığımda ise sadece sıradan bir pencere görüyordum. biraz ışık, biraz karanlık ve biraz da büyü. insan suratları görüyordum her yerde ve tek yaptığım korkmak yerine onlara dert yanmak oluyordu. yaşlı kadınla konuşuyordum gece boyunca,8 kişi birlikte uyuduğum odada, ara sıra gözlerini kapatmaktan başka bir şey yapmıyordu. bir pencereye lanetlenmiş yaşlı bir büyücüydü ve günde en az iki saat, 20 yaşındaki bir kadının özgürlüğe dair hayallerini dinliyordu.


ayvalık'taki büyülü pansiyonda sabaha karşı uyandığımda da aynı şey oldu. uyuyan sevgilimi uyandırmaktan daha fazla korkarak odadan çıktım. tuvalet odanın dışındaydı ve çok gizemli bir koridordan geçmek zorundaydım. eski insanların en az üç metre olduğunu gösteren kapılardan geçtim, rüzgarın uğultusu pansiyonun açık pencerelerinden girip hafiften ıslık çalarken, çok eski koltukta onu gördüm. iki kişilik bir koltukta ayak ayak üstüne atmıştı ve rüzgarın şiddetine bağlı olarak yoğunluğu değişiyordu. hafif beyazımsıydı fakat korkutucu değildi.

"seni de mi uyku tutmadı?" deyip, beni yanına çağırdı. bir önceki gece çok içmemin soluk bir kanıtı gibiydi, cevap verdiğim takdirde uykum dağılacaktı fakat soru soran bir hayaletin yanından öylece yürüyüp gidemezdim.

"sadece tuvalete kalktım, şimdi de yatmaya gidiyorum" dedim.Üzerimdeki geceliği düzelterek, hayaletlerin çenesi bazen gerçekten düşük olabiliyordu, hele ki yalnız geçen mevsimlerden sonra.

"biraz konuşalım mı, canım epey sıkkın" diye devam etti. bir hayaletin neden canının sıkıldığını merak ettiğimden davetini kabul ettim. sabaha karşıydı ve antredeki konsolun üzerinde bir paket sigara duruyordu.ona sigara içip içemeyeceğini sordum, uzun zaman önce bıraktığını söyledi. bir sigara yakıp , ben de koltuğa çöktüm. bir nefes aldığı takdirde tüm fikrini değiştirecekti fakat ısrar etmedim.

"bu taş binadan ve sakinlikten çok sıkıldım, şehre gitmek istiyorum" dedi. hangi şehir olduğunu sordum, bunun o kadar da fark etmeyeceğini sadece günün 24 saati yaşayan herhangi bir şehrin yeterli olacağını söyledi. hayatını yaşamak isteyen bir hayaletti ve yerleşmek için şehir arıyordu. aklıma istanbul'dan başka seçenek gelmedi. yaşadığım ilçeye davet etsem yıllar sonra bu kadar kalabalık ürkütebilirdi onu,çatalca'dan bahsetsem bir hafta içinde "burası ölü" deyip tası tarağı toplardı. ankara'ya gitse diye düşündüm ama ben de görmemiştim orayı hiç. izmir desem, zaten arabayla bile 1.5 saat sürüyordu ayvalık'tan. günübirlik gidip gelinirdi.

"istanbul biraz pahalıdır ama hem 24 saat yaşar hem de rengi tükenmez, kartuşu bitmez" dedim. kartuşun bulunmadığı zamanlarda yaşadığından, dediğimi pek anlamadı. sigarayı bitirip yere attım . güneşin doğmasına daha vardı ve uykum kaçmıştı, yatağımda dönüp duracağıma koltukta oturup bir hayalete arkadaşlık yapmak daha çok hoşuma gitti. yumuşak içimli salem sabahın en erken saatlerinde bile boğazımdan kayarken, ona istanbul'u anlattım biraz. hayaletleri bile rengarenkti, hele ki imparatorluk günlerinden kalanların muhabbetine doyum olmazdı. ayasofya’nın iskelesinden düşüp ölen işçinin 1500 yıllık hayaletinin serüvenini sabahlara kadar dinleyip yine bıkmazdım. savaşa katılanlar, seferden dönerken atının altında kalanlar, haçlı seferlerini hatırlayanlar, istanbul’un fethinde çocuk olanlar,padişahlara aşık olanlar, galata kulesi’nde gözcü olanlar derken, istanbul hayaletler ve hayaletlerle konuşabilenler için bulunmaz nimetti. sadece kiraları yüksekti fakat bunun bir hayalet için sorun olacağını sanmıyordum.

“gitmişken boğaz gören bir yerde yaşa, benim yaptığım gibi başka bir apartmana bakan apartmanda yaşama” dedim. yalıların hepsinin kapılmış olduğunu fakat çukurcuma tarafında hayaleti olmayan evlerin mutlaka olduğunu ekledim. ben olsam ayvalık’taki yüksek tavanlı muhteşem binada en azından dört asır kalır, iskelede gün batışı izlemenin tadını çıkarırdım. cunda’nın değirmeninde kendimi rüzgara katar ve midilli’ye kadar süzülürdüm. meze dolaplarının içinde dolaşır ve zeytinyağı şişelerinde dinlenirdim. fakat bu hayalet, bütün bunlardan sıkılmış olacak ki daha önce görmediği genç bir kadından yardım istiyordu.

“yardımın için sağol, gidip kocamı ikna etmem gerekecek, o buraları pek seviyor” dedi. ne zamandır burada olduklarını merak ettim, binanın yapımında çalışan bir taş ustasıymış eşi, fakat çatıdan düşerek öldüğünü söyledi. eşinin acısına fazla dayanamamış, günbegün erimiş ve bir gün yanına gelmiş. iki asırdan fazladır beraber mutlu mesut yaşarken, aklına başka şehirler gelmiş. bazı geceler istanbul’un üzerinde küçük bir tur atıp hemen geri dönermiş ayvalık’a, kocası uyandırmadan yanına sokulurmuş.

ikinci sigara için müsaade istedim,ve bir solukta içtim. istanbul’a döndüğüm takdirde benim evimde kalabileceklerini söyledim son nefesimde, sevgilim uyanmadan yanına dönmem lazımdı, benim nerede olduğumu merak edebilir ve dışarıdaki bir koltukta kendi başıma konuştuğumu daha da kötüsü o saatte sigara içtiğimi görürse üzülebilirdi. gün hafiften ağarmaya başlarken hayalet de gelen ışıkla iyice görünmez olmaya başlamıştı, kendisine ikinci bir şans vermek isteyen birisiydi. yüzü hafiften beni andırıyordu fakat kocasının acısına dayanamayıp ölen değildim, belki büyük büyükannelerimden biriydi...Aşık olmak ve üzülmek konusunda nesiller boyu süren bir talihsizliğimiz vardı sonuçta..

hayaleti geride bırakıp odaya süzüldüm, sevgilim uyanmamıştı. tatilin verdiği rahatlıkla üç dört günlük olmuş sakallarına ragmen yanagından öptümm, dudaklarının kenarı hafiften kıvrıldı. başka bir odanın kapısı hafiften gıcırdadı, hayalet de sevgilisinin yanına gitmişti. belki, onun da sakalları vardı ve aşık olunasıydı. Kim bilir.