bugün canım sıkkın ey dostlar!!

dışarıdaki işlerini halletmeye çıkan yutulmuşlar, üzerlerine yapışan sorunlar ve kulaklarında telefonlarla ile geri döndüklerinden beri tek isteğim: akşamın bir an önce gelmesi ve evime gidip uyumak. birisi "akıllı ol, bedelini ödeyemeyeceğin hatalar yapma" diye yüksek sesle konuşuyor. büyük bir iş var sanırım, önüne çıkan adamları sindirmeye çalışıyor. kulağımın yanından tehditler geçiyor, kafamı sağa eğsem ağzımdan girip ensemden çıkacak kurşun. işte iş hayatında tutunacak bir birey; sözleriye ayakta durmaya çalışıyor çalışıyor. bir köşede tüm gün yazı yazıp sakinlik isteyen genç kız hayatının sonuna kadar başkasının hegemonyasında çalışıp, her zaman sakinlik peşinde dilenecekken, şimdi ortalığa kan kusturan ve kulağından telefonu düşürmeyen adam en geç on sene içinde parayı kırbaçlayacak. iş hayatının yazılı olmayan kurallarından biri bu olsa gerek: aynı kategoride olanlara yaşama şansı verme, payını alabildiğine toplamaya çalış. kesin iktisat teorisinde bunun bir karşılığı vardır,ama çalışmadım ki ben o sınava, belki liberalizm dedikleri budur, bilemiyorum ki. küçük ve tatlı liberale de liboş deniyor sanıyorum. alıp da besleyesi geliyor insanın.aktif siyasete atılıp bir türlü sosyolojik tespitlerime yediremiyorum bunları. zamanı ileri alıp gözlerimi açtığımda yatağımda çapraz uzanmış bir şekilde tavana bakmak istiyorum. kahramanın gözlerini açtığı an başlayan ve iç sesiyle devam eden muhteşem filmlerden bir sahne gibi olsun, buzdolabını açıp 6'lı kutu şeklinde paketlenen biralardan bir tanesini çekip çıkarayım. vasat hayatlarını vasat davranışlarla tüketen insanlardan herhangi birisi gibi geceyi getireyim. belli ki bu aralar fazla değişik bir şey olacağı yok. yazın çalışmak yahut çalışmaya teşebbüs etmek, kışın çalışmaya çalışmaktan kesinlikle daha zor. uzayan günler ve dünya'nın güneş çevresindeki tuhaf hareketleri şahidim olsun ki, mevsimler biz çalışanlar için anlamsız. normal şartlar altında tutulan kobaylar gibiyiz, ay sonunda bir parça delikli peynir ile ödüllendiriyorlar.dilimin ucunda bir tane plastik kalem kapağı, sabahtan beri ağzımda geveliyorum. konuşmadığım için de bir sorun teşkil etmiyor; kimsenin öldürmeye bile teşebbüs etmeyeceği, köpeklerin havlamaya bile üşeneceği kadar sıradan olmaktan çok şikayetçi olmasam da saat başı yaklaşan tavanın altında kalmaktan çekiniyorum. ofisin karnını dev bıçaklarla deşmişler de kablolar bağırsaklar gibi her yerden sarkıyor. ekstradan çıkan problemler ve mükemmeliyetçi insanların detaylarda boğulması nedeniyle, taşınma eylemi olay değil olgu oldu. ne zaman başladığını ve ne zaman biteceğini bilmiyorum. dağınık bir paspartudan bakıyorum hayata, kablolar nevrotik yılanlar gibi kıvrılıyor. kabloyu boğazıma dolayıp kendimi masamdan aşağı bıraksam bile 75 cm'lik yükselti beni bir yere götürmez. zaten ölmekle uğraşmak da istemiyorum. bazen öyle bir bıkkınlık geliyor ki bir sihirbazın elinde aniden yok olmak bile mantıklı gözüküyor. bir yükselip bir alçalan hayat eğrimin dalga boyları eskiden haftalar kadar uzunken, şimdi gün içerisinde değişiyor. güzel başladığım günlerin akşamlarını bile getiremiyorum; başlamamayı tercih ettiğim günlerin sonları ise "lalalala ne güzelmiş yaşamak, hele hele"ye dönüşebiliyor. kendimi ciddiye alıp da plan yapmıyorum. ne desem, aksini iddia eden bir hain var içimde. negatifimle yaşıyorum sürekli, üst üste koyunca sıfır oluyor; yan yana gelince kıyamet. zamanımı çaldırmaktan şikayetçiyim hep. hiçbir şeye inancım ve güvenim yok; duyduklarımı anlayamaz, çok konuşan insanları hiçbir şekilde dinleyemez oldum. kitaplara değil dergilere ve fotoğraf altı yazılarına bakıyorum. yazmak zamanı ileri almama yaramasa, bu kadar uzun ve ne idüğü belirsiz yazılar yazacağım da yok.ne doğuracağımı bilmeden doğum sancıları çekiyorum sanki, sürekli ilerisini bekliyorum. bugünün, geçmiş zamanların ilerisi olduğunu aklımın bir kenarında tutsam da elimden bir şey gelmiyor be kaptan. pusulayı kaybetmişim, akıntıya koyvermişim bedeni. dibe bile batamıyorum, su almış şişmişim. yüzeyde ölü. herkes görebiliyor, herkes okuyabiliyor.elimde sihirli saat olsa, zamanı eylülün son günlerine alacağım, bağ bozumlarını kutsayan büyücü gibi elimde asa, köy köy dolaşacağım. aynı ekime bininci kere başlamak ve yavaştan kısalan günlerin sıkıntısında kışı karşılamak istemiyorum. kimseyi sıfır noktası almak bana göre değil, ormanda kaybolmuş çocuğun tüm ağaçları birbirine benzetmesi gibi, ben de tüm insanları birbirinden ayırt edemez oldum. herkes tek bir insana dönüşüyor, herkesin beklentileri, tepkileri ve aklından geçirdiği cümleler dahi aynı. aynı günü yaşayan binlerce insan, tek bir öze dönüşürken beni de aralarına katıyor. bütünün bir parçası oluyorum. tüm parçalarının aynı olduğu puzzle gibi geliyor insanlık; birisi kaybolsa aynısından milyonlarca daha var. tamamlanmasının hiçbir şey ifade etmediği bir puzzle. birleşme yerleri bile aynı. seneye bugün nerede olacağımı merak ediyorum. geçen sene bugün, nişantaşında sanat simsarı bir kurumun içinde sabah 10 akşam 7 dururken, şu anda olduğumdan daha huzurluydum. detaylarını çizdiğim bir gelecek için, teklif veren firmalarla görüşüyor ve sorumluluk alıyordum. akşam eve giderken "bunu başardım" diyebiliyordum. şimdi ise o duygudan uzağım, sadece akşam olsun da eve gideyim diyorum. ay sonu olsun da maaş alayım beklentisi bile yok uzun zamandır. malum kriz var, ödemeler gecikiyor.bir şeyler rayından çıkıp devrilmiş gibi ama vagonun içinde olduğumdan farkında değilim olayın. zihnim kapalı, hiçbir şeyi hatırlayamaz oldum. ya da başımdan geçenleri komple buraya yüklediğim için hatırlamama gerek yok diye düşünüyorum.tüm yazdığım şeyler doğru mu peki? değil. hepsi uydurma.böyle yaşansaydı daha güzel olurdu deyip geçmişi değiştirmek hoşuma gidiyor. alternatif geçmiş yazıyorum kendime. uzun bir süre sonra gerçekleri unutunca; buraya yüklediklerim gerçeğim olacak. bunlara inanacağım. yaşlı halim için gençlik anıları yazıyor bile olabilirim. çoğu zaman ne yaptığımı bilmiyorum. 45 dakikadır yazıyorum ve tek isteğim mesai saatini bitirmeye çalışmak.kutsal kitaplar da gerçekten ziyade geçmiş nasıl hatırlanması gerekiyorsa öyle hatırlanmasını sağlayan sahte metinlerdir belki. mevcut olaylardan bağımsız, bir grup adamın kendi zümresinin çıkarları için kaleme aldığı en çok satanlardır. kabul etmek gerekir ki, insanın inanç güdüsünü kullanıp yıkılmaz imparatorluklar ve devasa yapılar yapmak az buz bir başarı olmasa gerek. inanç güdüsünden yoksun olsaydı insan, kafamı boşaltmak için ayasofya yerine starbucks'a mı giderdim? mimar sinan gibi bir adamın detaylardaki mükemmeliğini nasıl görebilirdim? işin ruhani yönü olmasaydı, böyle devasa yapılar görür müydük? mümkünatı yok. kilim desenli apartmanlar 30 yıldır değil asırlardır piyasada olurdu. inanç olmasaydı dev kubbeler yerini sıvası bile yapılmamış kaba inşaatlara bırakırdı. tanrı, en azından mimariyi düzeltti. görkemi yarattı. gotik mimarinin sivri köşeleri ve loş salonlarına; kapılarının üzerindeki muhteşem gül pencerelerine ve yanlardaki ilhamı verdi. ya da kendisini aşmayı iş edinmiş insanoğlu, tanrı diye bir şey uydurup ona yapı yapıyoruz ayağına, kendisini katladı. kendi kendisine taptığından, her zaman daha da geliştirdi teknolojisini. narsiszmin doruklarında uzaya bile çıkıp asıl tanrının kendisi olduğunu tüm kainata haykırdı. tanrıyı ispatlamaya çalışırken, teori yine elimde patladı. makale sağlamlığında bir şeyler çıkmayacak mı bu klavyeden ya öfffff? akademik kariyer yapmak lazım, mesai bitsin diye her telden çalmanın alemi yok.elle tutulur bişeyler karalamam lazım. uydur uydur nereye kadar....
zamanı ileriye almak istediğimde saat 3'e bile varmamıştı. çalışmak için en ufak bir isteğim yokken, beni kurtaracak olanın sadece yazmak olduğunu biliyordum ve haklı çıktım. mesai bitmek üzere ; bakalım yarın ne halt edeceğim?

telefon faturam 58.9 TL...