karmakarışık yağmur..

güne uyanalı iki buçuk saat oluyor, ve dün geceden kötü bir gün olacağı kesinleşti. yalnız yaşamanın getirilerinden birisi, "beş dakika daha uyuyayım" diye yalvaracak kimsenin olmaması. "bugün okula gitmesem" diye anneye yalvardığım günlerden, yatakhanede biraz daha kalmak için hasta numarası yapıp uykumun geri kalanına revirde devam ettiğim zamanlardan binlerce ışık yılı uzaktayım. ki çocukluğumu ve gençliğimi özlemiyorum, tanrı elinde zaman kataloguyla gelse, sadece eskimiş ahşap masanın başında güzel bir dolmakalemle beyaz kağıda yazı yazacağım yaşlılık günlerimi isterim. yirmili yada otuzlu yaşlarımı istemiyorum. direk yaşlanayım. şömine olsun odamda, eski fotoğraflara bakıp, pencere önündeki çiçeklerimle konuşayım. bir şeye yetişmek, istemediğim şeyleri yapmak zorunda kalmayayım. güneşin çıktığı günler, mavi duvarlı evimin önünde sallanan sandalyede, gözlerimi kapatıp hafiften şekerleme yapayım..


aylardır peşimde olan korku yine benimleydi bu sabah, ayağıyla dürterek uyandırdığında, solgun bir ışık,kalın koyu renk renkli perdenin yanından kan gibi sızıyordu. televizyon açık kalmıştı. görkemli beyaz sakalı olan bir adam dünya üzerinde sahip olmaktan gurur duyduğum tek "şey" olan guernica tablomun önünde birisiyle konuşuyordu. dün gece çok ateşim olduğundan, gözlerimi açmakta zorlandım. hastalanarak ölmek projesinin provası yine sorunsuz geçmişti. ölmediğim sürece işe gitmek zorunda olduğumdan, kalkmak zorundaydım. bunu bir türlü kabullenemiyorum. her gün gittiğim halde , alışamadım. her seferinde irkiliyorum.televizyondaki adam michael ende idi. çocukluğumun en büyük yazarı, en sevdiğim yazarlar listesinde ilk üçte yer alan bu muhteşem hayalperestin kitapları üzerine iki kişi konuşuyordu. kitabı satır satır aklımdadır, her seferinde büyük bir zevkle yeniden okurum. biraz hayal gücüm varsa, bu adamın sayesindedir. programı izlemeyi deli gibi istesem de,korku televizyonun fişini çekti. işe gitmem gerekiyordu.ilaç kutularından masanın yüzeyi gözükmüyordu. ortalık dağınıktı. birbirleriyle olan uyumuna bakmadan ilk bulduğum şeyleri üzerime geçirip, aynaya baktım, yine olmuştu, yine o muhteşem uyumdu. siyah yırtmaçlı dar eteğim, çoraplarım topuklu ayakkabılarım siyah kazağım...pencereden dışarı baktım. kötü bir yağmur yağıyordu. evin içinde 15 dakika şemsiye aradım, ama bulamadım. "bu minicik evde şemsiye hangi cehenneme gider?" diye çığlık atsam, "çukurcuma'da sabah sabah duyulan çığlık" diye konuşurdu herkes gün boyu. ıslanmak istemiyordum. kafamdan aşağı suların süzülmesini sabah sabah kaldıracak değildim. şemsiye yerine siyah şapka buldum odada.abimin sözde nikahı için yıllar önce aldığım siyah,önü fransız dantelinden el yapımı cenaze şapkası.. onu taktım.. özenle kırmızı rujumu sürdüm..yağmura çıkmak için uygun bir kıyafet değildi ama böyle herhangi bir davete katılabilirdim..

bir gün kraliçe olursam, yolda biriken sular için her gün bir belediye başkanının kellesini vurduracağım. tanrı kraliçe olursam, şimdiden söyleyim ayağınızı denk alın, yakıcam yıkıcam bu dünyayı.yağmur "karmakarışık" yağıyordu, suratıma en doğru açıyla çarpıp beni daha da fazla sinirlendirmesi için her bir damla özel tasarlanmış gibiydi.alelade yatğım makyajımın yanaklarımda siyah su yolları yaptığını tahmin edebiliyordum. adamın en delisinin eksik olmadığı taksim'de, şapkayla dolaşan tek siyah kadın bendim...

ıslanabileceğim kadar ıslanmıştım, okyanustan çıkıp kurumadan işe gidiyormuş gibiydim. şemsiyesinin altında huzurlu huzurlu otobüsünü bekleyen, 30'lu yaşlarının başlarında, sarışın, bol makyajlı, kaprisli, ve birlikte olduğu erkeğe hayatı zehir eden bir mine, bana küçümser gözlerle baktı. adı yakasında yazmıyordu, insanların adını bilmek gibi marifetim vardı ama. hayatı çoğu zaman çekilmez kılıyor ama avantaja çevirdiğim zamanlar da olmadı değil. tek dezavantajı, ara sıra kendi adımı unutuyor olmam. özellikle aynada kendime çok bakarsam, başka başka isimler buluyourm kendime..

bugün cuma sabahı, tepeden tırnağa sırılsıklam halde ofisime girdim. yüksek ateşten, başım ağırlaşmıştı. uyumam gerekirken buradaydım.kafama havlu sardım. bilgisayarımı açıp, gece yazdıklarımı okudum.... umarım sonradan utanacağım şeyler yazmamışımdır diye gözlerimi kısarak okudum. "sevişmenin günah olmadığı bir coğrafya" hımm fena değil. sevişmek günah değil ki zaten. ne demek istedim acaba?


en büyük problemim yağmur suları....hayat ne hoş la la la la!!!